Selçuk Baysal

90'lar ve Elazığ 2 - nostaljiye devam...

Selçuk Baysal

90’lı yıllar. Sanki 70’ler-80’ler kadar eski. Tıpkı bu günler kadar şimdiki yıllar.

Teknoloji bir önceki devirden sadece biraz daha öndeydi. O devrin henüz ilk yıllarıydı. Sovyet devletler dağılmıştı. Ama Metin-Ali Feyyaz hala yeşil sahadaydılar ve tıpkı birlikte şarkı söyleyen İzel-Çelik-Ercan gibi bir üçlüydüler. Cumhurbaşkanımız ise merhum Turgut Özal’dı.

Ülkemde koalisyon hükümetleri kurulup, ekonomik krizler yaşanadursun; Elazığ sokakları son defa yağ satan- bal satan çocukların sesleriyle kamçılanıyordu. Belki de o şarkı bile bilmiyordu son günlerini yaşadığını. Çocuklar arasında bir ‘’Kames’’ marka top modası almış başını gidiyor. Yokuşlar bilyalı tekerleklere emanet. Hatırladınız değil mi? Çevresi bilyelerle çevirili demir tekerlekler vardı o zamanlar. Eee! Ne yaparsın? Şimdiki gibi kaykay bulmak ne mümkün?  İki kişinin oturabileceği bir tahta bulurdu çocuklar. Dört tane eş büyüklükte bilyeli tekeri bu tahtanın altına takarlardı. Ön taraftaysa genelde sağ ayakla kontrol edilen uzun çubuk şeklinde bir direksiyon. Düşünüyorum da ne kadar güzelmiş hazıra konmamak. Her şey el emeği göz nuru.

Başka bir köşedeyse üç-beş çocuk ellerindeki ipi topaçlara ( Elazığlıların deyimiyle moziklere) sarmış ‘’mozik kırmaca’’ oynuyor. Az ilerde evinin önünde başka bir çocuk var. Babası çatıda anten çeviriyor. Annesi içerden televizyonun durumu hakkında bilgi veriyor. ‘’Oğlum karlama yapıyor, oğlum ses yok’’ derken anne; çocuksa bağırıyor çatıdaki babasına: ‘’Olmadı baba Harput’a çevir. Karlama yaptı baba çevir fakülteye. Baba yav yine olmadı Yığınki’ye döndür Yığınki’ye’’. Öyle ya! O yıllar televizyonun hayatın çok önemli bir parçası olduğu yıllar. Elbette şimdi de önemi var ama sizlere internetin yok denecek kadar yaygın olmadığı yıllardan bahsediyorum. Bırakın gazeteyi-radyoyu tek kanallı televizyonun dahi pabucu dama atılmıştı artık. Özel kanallar sınırlı sayıdaydı ama tek kanallı devri görenler için haddinden fazlaydı. Ancak biz Elazığlılar sebebini bilemediğimiz bir sebepten dolayı Star televizyonunu uzun yıllar izleyemedik. Tabi dolayısıyla aynı yayın gurubundan olan Kral TV’yi bırakın izlemeyi varlığından bile haberdar değildik. Ama sağ olsun bizim bir yerel kanalımız maç olduğu gün muhakkak ki Star televizyonuna bağlanır, bizi maçtan mahrum etmezlerdi. Hatırlar mısınız bilmiyorum bir dönem Kanal D’de olan Yasemin Yalçın parodilerinin olduğu ‘’Yasemince’’ de Star’a geçince yine bir kanalımız her Perşembe muhakkak bağlanırdı. Ne diyelim? Hakları ödenmez.

Şaka bir yana bizim yerel kanallarımızın imkânları ne kadardı, nasıldı bilmiyorum ama hepsi de bizim için güzel şeyler yapmaya çalışıyorlardı. Ali Kırca Siyaset ‘’Meydanını’’, Reha Muhtar ‘’Ateş Hattını’’ yapar da Kanal E’de tartışma programı olmaz mı? Mustafa Ufuk Çelik’in sunduğu adını hatırlamadığım bir program vardı. Cuma günleri Koloğlu Çarşısının tam ortasına sandalyeler dizilirdi. Halkın da katılımı sağlanarak Elazığ’ın sorunları konuşulurdu.

Tiyatrocu hemşerimiz Abdullah Şekeroğlu ise artık kendini aşmış, TGRT’de İzzet Altınmeşe’nin programında her Pazar parodi yapıyordu

Gazete almaya ya da okumaya üşenen insanlarımızsa gazete başlıklarını her sabah Fm23’ten dinlerdi. Fikrîye Susam’ın sunduğu bu ‘’basın turu’’ adlı programın fon müziği Yanni’nin ‘’Turn Of The Tıde’’ adlı parçasıydı. İlan ve duyurular kısmının fon müziği ‘telli turna’’, isteklerin ki ise ‘’mavi boncuk’’ adlı şarkının enstrümantali idi.

Bizler birbirimize televizyon ve telefonlarımızın çözünürlüğünün kaç inç olduğunu sormazdık. ‘’ Sizin televizyon renkli mi siyah beyaz mı’’ ya da ‘’ sizin telefon tuşlu mu yoksa çevirmeli mi’’ diye sorardık. Artık her evde bir telefonda olmaya başlamıştı. Tabi o telefonlarda kimin aradığı yazmıyordu. Telefonun çalması ev halkında bir heyecan uyandırırdı. Elbette bunu kötüye kullanan telefon sapıkları da vardı. İşin şakasına kaçmak gerekirse bazen onları bile özlüyorum. Bu telefon sapıklarından kimisi sesini çıkarmadan nefes alış verişini dinletir, kimisi de yeni çıkan şarkıları dinleterek ortak olurlardı yalnızlığımıza. Bizlerse tabi haklı olarak onlara ağzımıza geleni söyler, bütün günün hırsını onlardan çıkarırdık.

Bu memlekete eskiden de gelirdi sonbahar. Yeniden açılan okulların yeni telaşesi olan her zamanki sonbahar. Şu anda da hizmet veren bir kitapevinin birkaç tane iki katlı şubesi yoktu o zamanlar. Gazi caddesindeki pasajın yanında küçük bir dükkândı sadece. İşte o dükkân ilkokullusundan üniversitelisine kadar herkesi buluştururdu orada. Ama bizler sonbaharı sadece sarı yapraklardan değil, postane meydanına sıra sıra dizilen kartpostal satanlardan da hatırlardık. Şimdiki gibi telefonumuzun çoklu mesaj bölümüne ‘’bayramını kutlarım adım-soyadım’’ gibi suni mesajların yerine tebrik kartı alırdık. Arkadaşa gidecekse ‘’Sevgili arkadaşım Ahmet’’ diye başlar, mesajımızı elle yazar değerli hissettirirdik karşımızdakini.

Bu memlekete eskiden de gelirdi kış. Ama orlon kazaklarla gelirdi kış. Markasının ‘’Annem ördü- Babaannem ördü’’ olduğu bazısı baklava dilimli, bazısı düz, bazısı kar desenli; ama üç ama beş numaralı cağlarla örülmüş orlon kazaklar. Aynı bilyeli tekerde olduğu gibi yine hazır olmayan ve yine el emeği göz nuru elbiseler. Evet, kış eskiden gelirdi bu memlekete. Ve kimse diyemezdi bu şehirde kış sporları olmaz diye? Bu şehrin çocukları eğdi miydi tahta şeklindeki inşaat demirlerinin önünü al sana mis gibi kızak. Ve ardından sabun gibi olurdu o caddeler.

Her Pazar günü Gazi Caddesi’nin kulağındaki pası 8. Kolordu Komutanlığının bando takımı silerdi. Tören kıyafetlerini giyinmiş askerler marşlar söyleyerek pazarlarımıza renk katarlardı.

Eski demişken eski Ramazanlardan bahsetmemek de olmaz tabi. Kışa denk gelirdi ramazanlar. Bazen yılbaşıyla çakışırdı. Kartopu oynayarak İzzetpaşa Camii’ne teravihe giderdik. Teravihten önce müftü Fikret Karaman vaaz verirdi. Biz çocuklarsa onun vaaz verdiği kürsünün önüne kurulan kameranın etrafına dizilir, televizyonda görünmek için türlü numaralar denerdik.

Şehirde bir ucuzluk mağazaları furyasıdır almış başını gidiyor. Her ne hikmetse hepsi de hastane caddesinde açılıyor. Şok ucuzluk, falan ucuzluk, filan ucuzluk…

Vali Fahri Bey’de bir adam var. Kimdir bilmiyorum ama sürekli nargile içiyor. Kemancı amcam çekilmiş caddenin bir köşesine, kemanın kılıfında bozuk paralar birikiyor o keman çalıyor. Taygun’lu, Mustafa Ülkü’lü Mehmet Kaplan’lı Elazığspor 1. lig için çabalıyor ama olmuyor.  Taygun Zeytinburnu maçında penaltı kaçırıyor ve Elazığlılar artık zeytini ağzına sokmuyor. Ama olsun. Yine de bak Ali Şen Fenerbahçe’yi hazırlık maçı yapmaya getiriyor. Deli Recep eline almış bir demir gülle o da sokaklarda son kez geziyor.

Ve gün gelecekti, deli Recep’in kim olduğunu bilen son çocuklarda büyüyecekti. Çocuklar artık büyüklerin istediği gibi akıllı olacaktı. Elinde akıllı telefonu-tableti olan çocuklar eskiye nazaran daha az koşturacak, elleri toprak kokmayacak, başları önde gözleri ekranda daha da asosyal olacaklardı. Ve geriye sadece özlenen o günler kalacaktı. Arıyoruz şimdi o günleri. Kaloriferli binaların olduğu sokakta olur da sobalı ev vardır da belki odunları kırılmamıştır umuduyla ‘’baltacı’’ diye bağıran baltacı gibi. O günleri belki de kapalı çarşıdaki tarihin son küfecisi olan yaşlı küfeci amca aldı, küfesine koydu ve gitti.

Yazarın Diğer Yazıları