Selçuk Baysal

90'lar ve Elazığ-3 Nostaljide son durak

Selçuk Baysal

Elektronik postalar, Whatsapp’lar ve Facebook'larla uğraşırken birden aklıma yazdığım mektuplar, tebrik kartları geldi… Ve ben yine yeniden gittim o yıllara. Demiştik ya hani 90'lı yıllar için: tıpkı 70'ler-80'ler kadar eski ve sanki bu günler kadar şimdiki yıllar diye. Neden biliyor musunuz? Çünkü mümkündü o yıllarda da hala mektup yazan insanlar, sokakta oynayan çocuklar görmek. Ve mümkündü şimdiki gibi bilgisayar başında insanlar veya evlerinde atari oynayan çocuklar görebilmek.

Mektuplar yazardık İstanbul'daki, Ankara'daki akrabalarımıza. Ama mutlaka o mektuba elimizi de çizerdik. Sadece akrabalarımıza mı? Sevdiğimiz sanatçılara da yazardık tabi. Ne yapalım? Şimdiki gibi Facebook'ta hayran sayfası yoktu ki. Az mı mektup yazdık Barış Manço Moda 81300/İstanbul adresine?

Tabi bizim zarflarımızda sadece mektup olmazdı. Bir de bakkallardan satın aldığımız futbolcu kartları olurdu. Biriktirdiğimiz kartları bir zarfa zarf şişinceye kadar doldurur ve tutardık postanenin yolunu. Ne tuttuğumuz takımın formasının ne de futbol topunun gelmeyeceğini bile bile yine de dört gözle beklerdik. Tabi bir de postane meydanında tebrik kartı satanlar olurdu. Sevdiklerimize simli, kar manzaralı ya da deniz manzaralı kart attıktan sonra kendimize de Jan Klod Vandam'ın yarı çıplak vücudu ve havada bağıran pozuyla bacaklarını açtığı karttan almayı ihmal etmezdik.

Sahi o postane meydanında balık bibloları ile süslü olan şadırvanlı bir havuz vardı değil mi? Ve havuzun bir köşesinde bir de savaş topu vardı. Zaten en çok ilgiyi de o toplardı. Herkes o topun yanında fotoğraf çekerdi.

Postanenin tam arkasında orta yaşlarda bir adam dururdu. O yıllarda bileğimizin gücünü şimdiki gibi 1 TL ile çalışan boks eldivenine yumruk attığımız makine değil o adam belirlerdi. Yaklaşık 2 metre uzunluğunda ve enine 10-15 cm olan tahtasını dayardı postanenin arka duvarına. Tahtanın en altında el ile çekilen bir piston ve yine bu tahtanın tam ortasından geçen bir hortum düşünün. Hortumun içinde kırmızımsı bir sıvı ve ucunda bir pet şişe. Ve amcam bağırıyor ''taşırana bedava'' diye.

90'lı yıllar biz Elazığlıların yeşilliğe son defa tahammül edebildiği yıllardı aslında. Başta Yeni Mahalle ve Kültür Mahallesi olmak üzere birçok mahallemizde müstakil veya iki katlı evler hala vardı. O yeşilliğin içinde iddia ediyorum şimdikinden daha fazla nefes alabiliyorduk. Bilhassa yaz aylarında o evlerin olduğu sokaklardan sesler ve kokular gelirdi. Gün ışığının en bayat, karanlığınsa en taze olduğu anda ''cız'' diye gelen bir sesin içinde ya biber kızarıyordu ya kabak. Tok bir tonda gelen ''tak tak'' seslerinin arasına bir sarımsak kokusu sıkıştıysa eğer anlardık ki yoğurt çırpılıyor. Evlerin bahçeye bakan balkonunda(kendi deyimimizle eşikte) yemek yiyen komşularımızın kaşık sesleriyle şenlenirdi sokaklarımız yatsı öncesinde.

Pazar günlerinde ise ağaç ve ot kokularının özel bir konuğu olurdu. Bu konuk düdüklü tencerede pişen hediğin kokusuydu. Hafta sonunda evin reisini sağa sola gönderen ablalarımız eşi dostu hedik yemeğe çağırırdı. Hedik pişene kadar çocuklar bahçede oynarken, ablalarda konu ya bir dergideki kazağın modeli ya da dantel( veya tentene) olurdu. Hedik piştiğindeyse televizyonda Yeşilçam'dan bir film olur, tuzluk elden ele dolaşırken yine kaşık sesleri dışında tam bir sinema sessizliği olurdu. Elazığlı kadınlarla Yeşilçam sinemasından film izlemenin tadı da ayrı olurdu hani. Tam da Filiz Akın'ın, Cüneyt Arkın'a ''Muraaaaat!'' diye haykırdığı o anda sessizliğin içinden bir teyzem de ''karnağırsııı!'' diye bağırınca tüm evde kahkaha kopardı. Hele uygunsuz bir sahne çıkınca teyzelerin hızlı bir biçimde ''vah vah vah'' deyişleri ayrı güzeldi.

Öte yandan o zamanlarda Elazığ'da kaç tane pastane vardı bilmiyorum ama bizim bakkallarımız pastane gibiydi. Kola veya gazoz almak için bakkala gittiğinizde sorardı size bakkal: burada mı içeceksin ev de mi? diye. Bunu sormasının sebebi şişenin depozito fiyatındandı. Evde içecekseniz eğer tirbuşonla açardı bakkal şişeyi ve biz de açılan kapağı dayardık şişenin ağzına evin yolunu tutardık. Yok, orada içilecekse çekilirdik bir köşeye, içerdik Karlıdağ marka gazozu ve öyle dönerdik eve.

Ama şunu da hatırlıyorum: o zamanlar olmazdı marketlerde pet şişede satılan su. Bir esnaftan rica ederdiniz o da paylaşırdı kendi suyunu. Ya da demin bahsettiğim bahçesi olan evlerden biri anlardı susuzluğunuzu ve getirirdi dolaptan bir sürahi su. Sigorta hastanesinden dönerken Fevzi Çakmak mahallesindeki insanlarımızın az mı içtik suyunu? Su kadar aziz olsun hepsi.

Bu günkü yürüyen merdivenlerin sürekli çalıştığı Akgün AVM'yi ve Park 23’ü gören çocuklar acaba diyorum Büyük Çarşıyı görünce ne hissediyorlar? Eminim ki kendi kendilerine ''neresi büyük canım'' diye soruyorlardır. Haksız da değiller hani. Ama bizim kuşak için hakikaten büyüktü. Orayı büyük yapan asıl şey ise televizyonlarda gördüğümüz yürüyen merdivenlerin sadece orada olmasıydı. Ancak çalışmazdı her zaman. Sadece arife günleri çalışırdı. İşte bu yüzden arife günlerini iple çekerdik. Belki de ben bu yüzden ''Arefe Günü'' diye bir şiir yazdım.

Her devirde hayatın bir parçası olan ayrılıklar o devirde de yaşanırdı elbet. O devrin ayrılıkları adına ''Dörtyol'' dediğimiz o kavşakta yaşanırdı. O zamanlar yasak değildi dört yoldaki otobüs firmalarının yazıhanelerinde yolcu indirip bindirmek. Okumak için İstanbul'a gidecek olan talebeden kışlaya gidecek olan askere, tatile gidecek olan gençten çalışmak için batıya gitmek zorunda kalan babaya kadar herkesin toplandığı o yazıhanede çok garip bir sessizlik olurdu. Ölü sessizliği desem değil, fırtına öncesi sessizlik desem değil. Üzüntü desem değil, sevinç desem değil. Kimse birbiriyle tanışmak, konuşmak istemiyor, herkes önüne bakıyor. Gözler bir ara, uzun boylu ve seyrek saçlı yazıhane görevlisi abinin parmağındaki kalın yüzüklere takılıyor. Derken geliyor otobüs. Herkeste istenmeyen ama mecbur kalınan bir telaşe. Eller sallanıyor otobüstekilere. Yolcular tıpkı batan güneş gibi batıya doğru gidiyor. Ve kalanlarsa yine arkadan bakakalıyor.

Upuzun merdivenleri vardı bir de hükümet konağının. Ayrıca olabildiğine geniş de bir bahçesi. O bahçe hafta sonlarında top oynayan ve bisiklet süren çocuklar için eşsiz bir mekândı. Hepsine de fazlasıyla yetiyordu. 2000'li yıllarda önce çitle çevirdiler o merdivenleri, sonrasındaysa olabildiğine küçülttüler. Daha sonrasındaysa çocuklar oynamadı artık o bahçede.

Anlatırlar ya hep eskiden Elazığ eskiden doğunun Unkapanı'ydı diye. Derler ya hani İbrahim Tatlıses de İzzet Altınmeşe de eskiden plaklarını Elazığ'da doldururlardı diye. İşte o plakçıları görmek de mümkündü. Ünlülerin kasetlerini çıkardığı Köfteciler Sokağındaki Gülom Bant ve Vali Fahri Bey'deki Emir Plak gibi kayıt stüdyoları aynı yerlerindeydi. Bir de Gazi Caddesinin sağına soluna tezgâh kuran korsan kasetçiler vardı.

 Öte yandan gencinden yaşlısına herkesin diline Songül Karlı'nın bir türküsü dolanmış. Neden mi? Çünkü bu şarkının adı: Harput'un yokuşuna. Derken radyo açılırdı. Elazığ FM’de sabahları sebze haline bağlanılır sebze-meyve fiyatları öğrenilir, meteorolojiden hava durumu sorulurdu. Radyo Kulüp’te ise Nesrin ablamız Sezen Aksu'dan Nilüfer'e en kaliteli eserleri bizlerle buluştururdu.

Abdullahpaşa minibüs durağının orada karşılık iki sinema. Birinde Bugs Buny ile Michael Jordan'ın oynadığı Space Jam filmi oynuyor, diğerinde Star Vars. Aynı sokakta atari salonları. Biri Aydınlar atari salonu biri Özkompi diğeri Renk. Ve içerde ortaokullu erkek çocukları biraz da emniyet baskın yapacak mı korkusuyla ya Street Fighter oynuyor ya Mortal Kombat. Namık Kemal İlkokulu'nun tam karşısında kaydıraklı-salıncaklı bir çocuk parkı. Parkın altında Karlıdağ Meşrubatlarının şişelere doldurulup kapağının kapatıldığı küçük işletme. Parkın solundaki dükkânın camındaysa ‘’Çiğköfteci Şişko Coşkun Usta’’ yazıyor. Okulun diğer kapısının karşısındaysa ‘’Gima’’ diye bir süper market. Belki de şehrimizin il büyük marketi. Hemen yanındaysa köy minibüsleri kalkıyor.

Derken at arabaları geçiyor önünüzden. Büyük bir çoğunluğu Olgunlar mahallesindeki sebze haline gidiyor. Hale gitmeyen at arabalarıysa yüklenmiş buğday çuvallarını değirmenlere gidiyor. Evet evet. Değirmen de vardı şehir merkezinde. Hem de bu günkü Kültür Parkın hemen altındaki ilkokulun yanında.

Bir de Elazığspor, Sergen Yalçın'ın kardeşi Gürsoy ile anlaştı diye bir haber yayılıyor. Günler geçiyor bütün sıcaklığıyla.

O yıların en sevmediğim tarafıysa herkesin geçmişi özlemesiyle birlikte o günkü gençliği beğenmemesiydi. Ancak öyle bir an geldi ki herkes birçok yönüyle o zamanları bile arar oldu. Düşünüyorum bazen geçmişi özlememek için ne yapılabilir diye.

Galiba şimdiki zamanla iyi geçinmekten başka çaremiz yok.

Yazarın Diğer Yazıları